OLCAY BÜYÜKTAŞ
Yıpranmış bir coğrafya, kaynakları kıt ve adeta bir yangın yerinin ortasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, az sayılabilecek zamanda önemli ekonomik gelişmelere imza attı. İnişler çıkışlar, krizlerle geçen 100 yıllık süreçte 1930’lu yıllarda atılan adımlarla 1950’li yıllarda sanayileşmenin belirginleşmeye başladığı ülkede 1970’lı yıllarda uluslararası sermaye ve iktisadi kuruluşlarla tanışıklıklar da boy gösteriyor.
Prof Dr. Erinç Yeldan’ın 100 yıllık Cumhuriyet tarihinde küreselleşme sürecine, dönemler halinde ülkenin Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Birliği, IMF, derecelendirme kuruluşları ile ilişkileri, kazandıkları ve kaybettiklerine ilişkin sorularımıza verdiği yanıtlar ve yaptığı değerlendirmeler özetle şöyle:
Avrupa kapitalizme ivmelendi, Osmanlı gerisinde kaldı
Genç Cumhuriyet nasıl bir ortama gelmişti kısa özetlersek, Anadolu coğrafyası yıpranmış, tahrip edilmiş, iliğine kemiğine kadar sömürülmüş bir coğrafya. İngiltere sanayi devrimini yaşamış, daha sonra sömürgeler savaşı başlamış. Balkan harpleri, Birinci Dünya Savaşı etrafımız yangın yeri. Biraz geriye gidersek, Osmanlı Evet Viyanalara gidiyor. Evet Akdeniz Osmanlı gölü haline geliyor ama bütün bunlar olurken özellikle 1500’lü yıllarda tam muhteşem Süleyman dediğimiz dönemde. Avrupa yeni teknolojik buluşlar, paranın ve ticaretin gelişmesi yoluyla kapitalizm ivmelenirken, Osmanlı bunun gerisinde kalıyor. 1850’lile gelindiğinde Osmanlı coğrafyası bir bütün olarak kapitalizmin çevresinde bir ekonomi. Dolayısıyla ulus ötesi tekellerin denetimi altında. Küçük küçük şehir devletleri küçük küçük. Şehir ekonomileri söz konusu. İstanbul uluslararası dünya ile tek irtibatı olan bir bölge.
Ve genç Cumhuriyet, böyle bir yapıyı devraldığı vakit temel tüketim mallarını dahi üretemeyen, onların hammaddesini sürekli olarak dışarıya veren ve dışarıdan da elde ettiği geliri çarçur eden tıkanık, güdük bir tarım sanayi.
Serbest ticaret adı altında İngiltere’nin Hollanda’nın, Fransa’nın, İtalya’nın, Almanya’nın ticaret tekelleri ve normları Osmanlı coğrafyasında kendi rasyonelitelerini bastırmış durumda.
Bu şartlar altında devlet eliyle üretim ve bir burjuva sınıfı yaratmak için sovyet tipi sosyalist ve planlamacı bir yola değil karma bir ekonomiye gireceğiz. Bunun özü itibariyle devlet üretecek ama üretirken de bir milli burjuvazi sınıfının doğmasına yol açmasına olanak sağlayacak zemin hazırlayacak. Bu sisteme özellikle 1950 ve 60’lar sonrasında da kendisinin çok daha net bir şekilde ifade edecektir. Ne var ki iki önemli şok bütün tasarımı yerinden oynatıyor.
Bağımsız bir iktisadi projesi olmaktan çok bir yurttaşlık götürme projesi uygunlanıyor
Cumhuriyet kurucu kadroları ilk yıllarda her şeyden önce kendi bağımsız politikalarını ulus ötesi tekellerin, ulus ötesi şirketlerin, ulus ötesi Jeopolitiğin baskısını hissetmeden arzu ettiği ve planladığı bir şekilde sanayiyi Anadolu’ya yayma rasyonalitesini gösterip bu iradeyi gösterebiliyor. Bu yapılan Anadolu’ya aslında bir yurttaşlık götürme projesi sadece bir iktisadi proje değil, bu çok açık. Bu tasarımı rahatlıkla uygulayabiliyorlar bağımsız olarak.
Küresel emperyalizmin Türkiye’ye empoze edeceği fiyatlama koşullarını, dünya fiyatlarının baskısını yırtıp kendi sosyal fayda ilkesine dayalı bir fiyatlama geliştirebiliyorlar.
Fakat sadece dışarıdaki şoklar değil de bu anlayış, bu tasarım, bu uygarlık projesi, Türkiye’nin rönesansla tanışması diyebileceğimiz bu çaba muhafazakar büyük toprak ağlarının, feodal yapının büyük direnciyle karşı karşıya geliyor. Hatta o kadar ki köy enstitülerinin kaldırılmasından doğu illerine de sanayi yatırımlarının gelişmesinde oranın aydınlanmasında bir yurttaşlık bilincinin oluşmasındaki en büyük engel toprak ağaları oluyor.
Dünyada da ikinci Dünya Savaşı sonrasında tarım malları lehine dönen bir konjonktür var.
Ülke sanayileşiyor ama tarım, tarım fiyatları sanayi fiyatının önünde gidiyor. Tarımsal hasıla çok daha değerli, çok daha büyük ve rant getiren bir olgu. Anadolu’nun toprak ağaları da bundan sonuna dek yararlanıyorlar.
“Köşeyi dönme” tohumları 1950’lerde atılıyor
Dünya savaşından sonra şekillenen dünyada Türkiye açıkça doğrudan doğruya, NATO’nun ve Amerikan tipi kapitalizm yanında yer alıyor. Küçük Amerika olacağız, karma ekonomiye dayalı Türkiye’nin özgün modeli, var olan dönem koşulları altında bu devletçi devletin önderlerinde karma ekonomi çok işine gelmiyor. Sermaye teknoloji, kârlılık, finans, kredi, batı dünyasında. Ve giderek 1980’nin o neoliberal dönüşümünün ilk meyveleri, işte ‘zenginleşelim’, ‘Köşeyi dönelim’ mantığının tohumları 1950’lilerde atılıyor.
Uluslararası jeopolitik içerisinde net bir şekilde Amerikan emperyalizminin bir yanında bir ordu olarak kurgulanıyor. Iktisadi ilişkilerde de işte IMF kurulacak. ABD görüyor ki, uluslararası arenada bir uluslararası bir finansa, bir para birimine ihtiyaç var ve bunu da herhangi bir ülkenin tahakkümüne bırakmayalım. Bir uluslararası örgüt kuralım daha IMF adı, yani uluslararası parafonu daha şekillenmemiş. Sonrasında IMF’yi kuruyorlar. Türkiye’de bu fikre çok angaje oluyor işte. 1944’te 947’de konferanslar oluyor. Türkiye IMF’nin ilk üyelerinden bir tanesi, beklenti o ki biz de Amerikan dolarının hükümran olduğu bir dünyanın yanında uygarlık cephesindeyiz ve IMF aracılığıyla bize ucuz kredi sağlanacak, ucuz krediye sağlanıyor.
Türkiye’ye ‘teknolojiye, üretime ihtiyacınız yok, siz ordunuzu pazarlayın küçük işletmeler, tarım üretimi yapın, gerekli malları bizden alın’ empozesi Anadolu’nun toprak ağlarının ideolojisi çok denk düşüyor.
Sanayi yatırımına büyük sanayilere hani ihtiyacınız yok, paranız da var bunu siz satın alırsınız. Satın almadığınız zaman IMF, hemen yanınızda size kredi açacak, destek sağlayacak.
Türkiye talep deposuna dönüşüyor
Ardından önce bir kömür birliği diye başlayan sonra Avrupa Birliği olacak Avrupa Ekonomik Topluluğu kuruluyor.
Biz de Yunanistan’ın peşinde onlar NATO’ya biz NATO’ya, onlar Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyoruz. Neyin peşinde olduğumuz tam net de değil.
İstek Avrupalı olmak, Amerikalı olmak ucuz krediye sahip olmak. Avrupa’da da tabii coğrafya yeniden şekillenmiş sanayiler yeniden ortaya konmuş Avrupa sanayisi, Almanya, Fransa üzerinden yürüyecek, Türkiye de ucuz işgücü ve bir tüketim deposu yani talep deposu fazla olacak. Böylece Avrupa’daki yoğun üretkenlikle üretilen mallar bizde satılıyor.
Gel gelelim 960 ihtilali Türkiye’de yepyeni bir uyanışa neden oluyor. Ulusal sanayi tekrardan gündeme geliyor. OECD içerisinde de Avrupa’nın entelejansiyası içerisinde de serbest ticaret neoliberal adı konmamış ama hani denetimsiz piyasalar üzerinden değil, yönlendirici bir kalkınma planı çerçevesinden kurgulanacak bir strateji fikri hakim olmaya başlıyor.
Türkiye’nin rönesansı başlıyor
1960’larda Devlet Planlama Teşkilatı kuruluyor. Birinci 5 Yıllık plan ile Türkiye’de popülizm veya daha yaygın siyasi dille peronizm diye adlandırılacak ithal ikameci sanayileşme, ulusal da sanayilerin ithalatı kısıtlanarak yurt içi üretimi, yurt içi tüketim ile tasarlayıp, bunun içinde bir plan yapacak bir sistem geliştiriliyor.
Bu belki 1920’lerin ikinci yarısından ikinci dünya savaşına kadar ki olan süre deki gibi ancak şimdi artık daha bilimsel, matematiksel, modern iktisat teorisi ve matematikteki ilerlemelerin aracılığıyla birlikte somut bir hale geliyor. Birinci 5 yıllık planlama çabası herhalde Türkiye’nin rönesansıdır.
Son derece kapsayıcı, bütün halkı sanayici, ticaret erbabı ve devleti kucaklayıcı bir rejim bir kapitalizm uygulaması olarak algılıyoruz. Öyle ki ticaret burjuvası bundan da son derece kazançlı.
Milli gelirin yüzde 15’ine kadar ulaşan kotları, ticaret rantları yurt dışından 100 dolara alıyorsunuz. Yurt içi de binlerce liraya satabiliyorsunuz. Ulusal sanayici destekleniyor işte Ford, Fiyat Renault yerine yerli Anadol üretiliyor.
KİT’ler o zaman ne kambur ne kara delik…
Yerli sanayi Türk Petrol,Petrol Ofisi, Seka tekrardan canlanıyor.
Sanayi hiç ulusal sanayici korunmuş, pazara hiçbir ithalat baskısı olmadan istediği ürünü istediği kalitede istediği fiyattan satma becerisine sahip devlet iktisadi kurumları KİT’ler kurgulanıyor KİT’ler evet, vasıfsız. Evet belki çok ağır. Arzu edilen kalitede değil ama sürekli ve ucuz. Kağıda falan maddesi selilloz demir çelik, kömür petrol ürünleri özel sektörün özel sanayinin hizmetine sunulmuş vaziyette devlet üretiyor. Elbette büyük zararlar oluyor. Elbette aşırı istihdam oluyor. Aşırı bir işgücü deposu ama büyük bir işlev görüyor. Nihai tüketim mallarında uzmanlaşan özel sektörün sanayicisine sürekli ucuz aramalı girdi sağlıyor. KİT’ler o zaman ne bir kambur, ne bir kara delik… Son derece önemli bir işlevi var. Ne var ki tarım sektörü ayrıca değerlendiriliyor. Gecekondulaşmanın önü açılıyor.
Peronizm Türkiye’de, Avrupa’nın 950’lilerde 60’larda bir merkez kapitalist ülkesi olarak yaşadığı refahı, kendi mütevazı koşullarında, kendi yağıyla kavrularak yaşıyor.
Ne var ki bu İthal ikameciliğini sonsuza kadar sürdüremezsiniz. Bir yerde yeni teknolojiler giderek artık daha fazla. Daha yüksek katma değerli yatırımlar daha pahalıya mal oluyor. Ağır sanayilerin geliştirilmesi gerekiyor ve bunlara da döviz yok. Dövizi kazanmamız lazım. Hani Sümerbank, kağıt fabrikası, gıda şeker fabrikaları üzerinden birinci tüketim mallarını üretebiliyorsunuz ama artık makine teçhizatı üretme aşaması, döviz girdisi ve ithalat girdisi daha yoğun ve bunların ülkede üretmek de mümkün değil ve dolayısıyla 977 -978 -979 krizine ve sürükleniyoruz. Petrol krizi bunun. Daha da tetikliyor. Bütün dünyada aslında artık kendiniz bu. Ekonominin çöktüğü bir döneme geliyoruz.
Bir yıllık ihracat kadar işçi dövizi geliyor
1971- 73 devalüasyonları Türkiye’de bir ihracat patlamasına neden yol açıyor. 1976’ya geldiğimiz vakit Türkiye’nin muazzam ihracat artışı var. İşçilerden yılda 2,5 milyar dolar döviz geliyor. Türkiye’nin toplam ihracatı 1981 – 82’lere kadar 2-2,5 milyar dolar. Yurt dışına gitmiş Hollanda, Almanya Avusturya’da çalışan işçiler aynı miktar dövizi ülkeye getiriyor 1970’lı yıllarda.
Böyle hiç ummadığı bir yurt dışı döviz girişi bu. İşçi dövizleri gibi büyüklük olarak da Türkiye’nin ihracat geliri kalemini aşan bir büyüklüğe ulaşıyor. Tabi hiç umulmayan, hiç beklenmedik bir gelir bu. 1975 -76 -77 hatırlayacaksınız, Necmettin Erbakan’ın ağır sanayi yatırımları Süleyman Demirel’in büyük barajlar kralı yatırımlarına Türkiye birdenbire finansman olanağı sağlıyor ve deyim yerindeyse bir mirasyedi gibi har vurup harman savuruyor. Bu olan olumlu anlamda büyük bir döviz şokudur. Olumsuz anlamda da bir mirasyedi gibi çarçur ettiğimiz. Plansız, programsız bir şekilde yurt içindeki ara bağlantıları, endüstriyel bağlantıları hiç tasarlamadan uluslararası sermayenin insafına terk edilmiş anıtlar haline dönüşüveriyor bunlar.
Türkiye, ihracata yönelen ama ihracata yönelik sanayileşemeyen bir ülke
1980’lere gelindiğinde uluslararası alanda birçok gelişmekte olan ekonomiyle beraber tecrübe edildiği gibi Türkiye de taşeronlaşmış kapitalizmi tecrübe edecek ve krizler yaşayacaktı.
Türkiye bu yıllarda ihracata yöneldi ama ihracata yönelik olarak sanayileşemeyen bir ekonomi oldu. Bu çok paradoksal bir durum. Ara mallarını alıyoruz. Türkiye içinde düşük katma değerli ucuz işçiliğe dayalı bir şekilde üretiyoruz, ihraç ediyoruz. Türkiye’nin özgün sanayisi değil, dışa bağımlı bir sanayi. KİT sistemi de tamamen devreden çıkartıldı. Seka kağıt fabrikası bile… Selülozu kendi üretmek yerine alıyor, demir cevherinin hammaddesini dışardan alalım.. Petrol zaten dışarıdan geliyor ve bütün kritik ara mallarında Türkiye’nin dışa bağımlılığı adım adım geliştirildi.
Kambiyo rejimi serbestleşti
1989’da bu sistem tıkandı. Turgut Özal paniğe kapıldı. O dönemde de Sovyet sistemi çökmüş. Biz Türkiye cumhuriyetlerine ağabeyi olacak bölgede küresel güç olacağız diye finansal akımları serbestleştiren 1989’un Ağustos’unda 32 sayılı karar ile yurt dışında kolay sıcak parayı edindirecek bir şekilde kambiyo rejimini serbestleştirdi.
Hiçbir şekilde bankacılık kesiminin ve Türkiye’nin finans kesiminin henüz bir mevzuatı bir BDDK örneği yok. Rekabet Kurulu yeni kurulmuş. Öyle bir serbestleşme ki, Fransa ile karşılaştırıldığında bizdeki kambiyo rejimi oradan bile serbest. Yabancı istediği kadar döviz getiriyor, isterse Türk lirası götürüyor…
Bu durum liberallik projesi gibi sunuldu fakat Türkiye’ye yoğun bir şekilde sıcak para geliyor. Bir haftalık iki günlük yüksek faizlerden nemalanıyor, yurt dışına çıkıyor. Tekrar geliyor, yeniden çıkıyor. Bir bağımsız para politikası, enflasyonla mücadele etme politikası izleme olanğı kalmadı. 1993 sonunda bu sistem çöktü. 1994 krizine girdik. Bu sistem dediğim gibi sadece Türkiye’yi özgü değil. Bütün dünyada spekülatif finans sanayi üretim hesaplarını alt üst eden ve dünyanın kıt tasarruflarının çarçur eden bir kumarhane kapitalizmi söz konusu oldu.
IMF’nin rolü de o sabit kur rejimlerini korumak olarak çıktı. Enflasyon hedeflemesi, önünü görebilecek kredibilite, şeffaflık… Bütün bunlar yepyeni terimler olarak dünya iktisat yazınına eklendi.
Asya’da da 1997’de artık dünyanın çivisi çıktı. Deyim yerindeyse asya krizi aynı Türkiye’nin 94 krizi veya Meksika 1994-98, Brezilya, Rusya ve nihayet 2001 Arjantin ve Türkiye peş peşe peş peşe krizler ortaya çıkmaya başladı.
1997 krizinden sonra Asya krizinden sonra bütün dünya’da IMF’nin itibarı çok sarsılmıştı.
Hatta Joseph Stiglitz, IMF’ye son derece sert eleştiren iki sayfalık bir mektup yazdı. IMF uzmanlarını çalıştığı ekonomilerin gece kulüplerini ve lokantalarını o ekonomilerden daha iyi bilen, kurabiye kalıbı raporlar yazan kişiler olarak değerlendirdi.
IMF özel bir programla Ankara’ya yerleşti
IMF’nin itibarı çok sarsılmıştı. Bir başarı öyküsüne iyi bir öğrenciye ihtiyacı vardı. Türkiye’nin bütün 1990’lar boyunca işte o zayıf koalisyon hükümetleri yüksek enflasyon. Asya krizden olumsuz etkilenmiş, 94 krizini yaşamış Türkiye, IMF için çok iyi bir rol modeliydi 1998’de.
Yani bu tarihin altını ne kadar çizsen az olur diye düşünüyorum. IMF ile Türkiye çok özel bir anlaşma yaptı. Sterf monitörün program, Türkçe’ye yakın izleme anlaşması diye çevrildi. Herhangi bir programı yok, stand by yok. Programın ötesinde bir birliktelik bu. Ankara’da bir ofis açıldı. IMF buradan artık yakından izleyecek. Adı üzerinde Türkiye’yi işte çerçeve anlaşmasına dayalı yıllık raporlar açıklayacak. Bütçeyle görüşmeleri yakından izleyecek. Daha o zaman orta vadeli programlarımız yok ama hâlâ DPT 5 yıllık planlar açıklıyor, onları denetleyecek, raporlayacak ve raporun sonunda da bir görüş bildirecek. Ve bu görüş o kadar önemli ki uluslararası finans çevresi tarafından Türkiye’nin derecelendirme notu belli olacak.
Bu ne demek? Bu bütçe açığı nedir? Cari işlemler açığımız nasıl karşılanıyor? Yeterince Merkez Bankası rezervi var mı? Memur maaşları nasıl seyrediyor? Bütçe içindeki sosyal maliyetleri programlarını boyutu nedir, ne değildir? Artık tamamıyla uluslararası finans sermayesinin çıkarlarına ve mantığına tabi.
Faiz dışında herhangi bir açık vermeyeceksin. Ne demek bu bütçe? Sosyal yatırımlar, eğitim, sağlık gibi alanlarda paras harcanmayacak. Para şu ana kadar alınmış borçların faizlerine ödenecek. Bunun dışında faiz dışı fazla ve hatta bu olağanüstü boyutlarda 2001 krizi sonrasında hatırlayacaksınız. Milli gelirimizin yüzde 6,5 faiz dışı fazla verecek. Sağlam bütçe olacak. Şimdi bir devletin bütçesi, bir şirket bütçesi gibi değildir. Yani devletin bütçesi, sosyal politikayı ve eğitimi, sağlığı işte sosyal dayanışmayı, ulaştırma alanı, sosyal hizmet üretmek için bir manevradir. Ama bunlar işte yeni küreselleşme dalgası altında olan hadiseler.
Sosyal alanlar bir bir kamu malı olmaktan çıktı. Bir ticari bir mal haline geldi. Parası olan eğitilecek parası olan sağlık hizmetinden yararlanacak parası olmayanda küresel sistemin dışına dışlanmış, sosyal dışlanmışlığa itilecek.
IMF programı harfiyen uygulandı, 2001 krizi çıktı
1998’de IMF ile attığımız adım bu bakımdan çok önemlidir. 2000 yılında IMF Türkiye’ye bambaşka bir program terk etti. Hani hep diyoruz ya işte IMF gelir. Develasyon işte IMF’den reçetesi bellidir diye bu reçetenin. Üstünde yepyeni bir şey tasarladı. Döviz kurları sabitlendi, daha sonra artış hızı sabitlendi. Döviz kuruna dayalı dezenflasyon programı. Mantık şu ki, 2.000 Ocak ayından başlayarak. 2000, 2001 2002 Haziran’a kadar 2 buçuk sene boyunca gün gün döviz kurum ne olacağı belli.
Şimdi tasarım hatası şu ki döviz kurunu sabitlediniz. Sermaye hareketleri serbest o kadar serbest ki 1989 koşullarında Bankalar sabit kurdan dövize alıyorlar. Hazineye şirketlere yüksek faizden veriyorlar. Muazzam bir döviz bolluğu muazzam bir güven, muazzam bir iş.
Başarı işte enflasyon düştü fakat muazzam bir dış ticaret açığı. Ucuz dövizden ithalat geliyor. Türkiye içinde işte muazzam bir lale devri yaşam. Bu tasarım hatası yüzünden, biz bu programı harfiyen uyguladığımız için çıktı kriz.
Yüzde 5 enflasyon hedefi ilk 2001’de telaffuz edildi
Kasım krizi ardından Şubat krizi oldu. 2001 IMF heyeti geldi. Kemal Derviş geldi. Güçlü ekonomiye küçük programı yayınlandı, işte hedefler dediler. IMF’nin diyorum ya yıllık raporları yayınlanıyor. 2000 1 Haziran ayında yayınladığı yıllık raporunda Türkiye ekonomisinin 2001’den 2005 kadar bir projeksiyonunu sundu yıl. Enflasyon yüzde 60 , yüzde 70’e kadar çıkmış, yüzde 20, yüzde 8 ve yüzde 5’e düşecek. Yüzde 5 enflasyonun ilk defa telaffuz edildi. Hani bugün, ya bu yüzde 5 hedef nereden geliyor diyorsanız kaynağı orta vadeli programdır.
Yüzde 5 büyüyen Cumhuriyet zaten tarihi boyunca yüzde 4,4 nokta sekizdir. Büyüme hızımız düşük enflasyonlu ama yüksek reel faizli bir ekonomi olacaktır. O bakımdan biz güçlü ekonomiye geçiş programını Ankara’daki hocalarımla meslektaşlarımla beraber İstanbul’dan birçok arkadaşımla beraber bu bir finans sermayesinin krizden çıkış programıdır dedi.
İşte ondan sonra Türkiye hakikaten yüksek reel faiz sunarak bu lale devrini bir kere daha yaşadı. 2005, 2006, 2007 işte meşhur cari işlemler açığının büyüdüğü Türkiye. Hızlı bir büyüme, çok hızlı bir Yüksek cari işlemler açığı görece olarak düşük enflasyonlu bir dönem yaşadık. Gray moderation dediler. Bu döneme tipik olarak neydi? Karikatürize ediyorum. Çin, Hindistan, Vietnam, Kore malları üretiyor. Amerika parayı üretiyor, finansı üretiyor. Amerika muazzam bir dış ticaret açığı veriyor. Para basarak ucuz dolarlarla finanse ediliyor. Herkes Amerikan doları karşısında ceketini ilikliyor. Herkes rezerv biriktirmeye çalışıyor. Herkes dolar sağlamaya çalışıyor. Çin ucuz iş gücü sayesinde bütün dünyayı ucuz mallara boğuyor, dolayısıyla bütün dünyada enflasyon düştü. Bütün dünyada dolar bollaştı. Dolayısıyla bütün dünyada faizler düştü. Türkiye’de göreceli olarak biraz fazla faiz vererek bu parayı kendisine çekti. Yükselen piyasa ekonomisi oldu. Yani, kelime anlamınadki gibi yüksek faiz vererek yüksek dış ticaret açığı vererek.
Yeni IMF programına gerek yok çünkü IMF zaten burada
2009’da da dünyanın çivisi bir kere daha çıktı.Türev enstrümanlar, türevin türevi enstrümanlar, dünya ekonomisi bir finansal çorbaya, bir aşureye dönmüş durumda. Vasıflı vasıfsız kağıtlar iyice harmanlanmış bir yerden kral çıplak sözcüğü fısıldanınca küresel finans sistemi çökmüş oluyor.
Sözü günümüze getirirsek, Türkiye IMF Avrupa Birliği ilişkileri açısından 2009 sonrası dünya büyük durgunluk süreci içinde her şey durgun. Faizler düşük, kârlar düşük, ücretler düşük, yatırımlar düşük, büyüme düşük, üretkenlik artışları düşük bir türlü hareketlenemiyor.
Türkiye’de de büyümek lazım. IMF konusunda net bir resmî tavır var: Biz IMF’ ye kalan borçlarımız ödedik. Türkiye’yi boğucu, Türkiye’de halkın aleyhine çalışan IMF’ye Türkiye’de yer yoktur, bu Imaj altında gidiyoruz ama IMF dediğim gibi Ankara’da zaten çalışmalara devam ediyor. Yani IMF Türkiye’nin içinde. Bunun dışında bir stand by yapmamıza zaten ihtiyaç zaten gerek yok.
Planlı kalkınma modeline ihtiyaç var
Önemli olan Türkiye’nin kendi ulusal sanayi tarafı, hani ulusal derken dışa kapalı anlamında söylemiyorum girdi çıktı bağlantıları Türkiye içinde kurgulanmış. Bir bütünlük arz eden ve coğrafi olarak da artık İstanbul’un Eskişehir’in, Ankara’nın doğusuna, sanayilerin taşındığı, sosyal hizmetin oraya taşındığı yeni mükemmeliyet merkezlerinin kurulmasının gerektiği bir planlı kalkınma modeline ihtiyacımız var. Yeniden bir 1960’lar Türkiye’sini yaratmak elbette anlamsız ama şimdi artık yepyeni teknolojilerle işte organik tarım, yeşil dönüşüm, yeşil sanayiler. Konferans turizmi agrowne endüstriler ve burada da devletin mutlaka öncü rol oynayacağ hani artık devlet süt üretmez, kumaş üretmez yani böyle saplantılardan kurtulup devlet ne üretmesi gerekiyorsa onu üreteceği bir planlı kalkınma modeline ihtiyacımız var. Bu konuda irade ne yazık ki yok. Birsel, kuruç hoca ve arkadaşları Ankara’da 21. Planlama diye çok önemli çalışmalar yapıyorlar. Bu fikri yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Onlara da buradan bir emekleri için teşekkür ederek sözümü biteyim.
Cumhuriyet kurulurken arzu edilen ekonominin aksi bir yerdeyiz
Cumhuriyeti kuran kadroların hayal ettiğinin öyle zannediyorum ki bunun tam aksi bir spektrumdayız. Devletlerde şirketler gibi yönetilir. Nerede kâr elde ediyorsak onu üreteceğiz. Üretilmesini olmak sağlayacağız. Kolaylaştıracağız. Zarar edilen sektörlerde de çıkacağız ve. Ucuza ithal edebiliyorsak ucuza ithal edeceğiz. Pahalıya satabiliyorsak da ihraç edeceğiz. Şimdi bunlar çok akla yatkın gelen kavramlar gibi duruyor. Fakat unutmayalım ki. Statik bir olga değil, adı üzerinde kalkınma uluslararası iş bölümü içerisinde yeni bir sıçrama yapmak, yeni bir noktaya gelmek ve özü itibariyle aslında kalkınma sözcüğünden bugün üretemediğiniz şeyleri üretebilir, tüketebilir hale gelmek, yani kalkınma sözcüğünün arkasında iktisat tanım olarak da düşünüyorum. Ben bugün üretmediğim şeyleri üretmekten vazgeçiyorum, ithal etmeye devam edeceğim dediğinizde kalkınmanın da zaten sınırını koymuş oluyorsunuz. Yani tanım gereği bu bir bağımlılık okulu.
Uluslararası ticarette bir sanayileşme stratejisi ile beraber eş zamanlı olarak yürütmek, dünyaya kapanmak, her şeyi kendi içinde üretebilmek değil ama stratejik olarak belli hedefler doğrultusunda belli sanayilerin gelişimini devlet yoluyla öncülük etmek, onları teşvik etmek. Daha sonra teşvikçi çekip yeni sanayileri gündeme getirmek işte çok öykündüğümüz Kore modeli hatalarıyla sevaplarıyla bir yerde karikatürize bir şekilde bu dinamik tasarımın sonucunda ortaya çıkmış bir model.
Şu da var, uluslararası iktisatta hep söylenir. Fikirler, kurumlar, kültür, sosyal davranışlar kolay ithal edilen kavramlar değil. Kendi özgün koşullarımıza göre 1930’ların, 1960’ların tasarımı gene aynı biçimde değil ama o anlayışın 2020’ilerin 2030’ların Türkiye’sinde hakim kılınması gerekiyor. Yurt dışına kapanmayı kendi içimizde kapanmayı kastetmiyoruz ama stratejiyi, ticareti, stratejik olarak sanayileşme uğruna Türkiye kaynaklarına dayanan bir sanayi olarak yeniden kurgulanmaktan bahsediyoruz.
Bu da piyasanın anlık dakikalık finansal getiri götürü hesaplarına, Borsasına veya anlık tarzlar hesaplarına dayalı bir kavramsallaşma olması mümkün değil. Çünkü uzun dönemli bir tasarımdan bahsediyorsunuz. Öyle zannediyorum ki işte genç cumhuriyette bu anlayış vardı. Yani bağımsızlık derken bunun piyasa koşullarında çalışalım, işte ucuzu ithal ederim, pahalıyı satalım. Bu kadar basit değil.
Çünkü kalkınma felsefesini sezmişlerdi. Onun enstrümanlarını kurumlarını oluşturmaya çalıştılar, işte hem iç hem dış konjonktür bu kadar müsaade etti, biz de de bu kadar gittik.